Şimdi yükleniyor
×

Edebiyatın Ebedi Gıybetleri – Bölüm 2

Bu Yazı 8 dakikalık okuma süresine sahiptir.

ajax-loader-2x Edebiyatın Ebedi Gıybetleri - Bölüm 2

CELİLE HANIM ve YAHYA KEMAL

İlk Türk kadın ressamlarımızdan olan Celile Hanım, Hasan Enver Paşa’nın kızıdır. Evde özel eğitim alarak yetiştirilir. Babasının Sultan Abdülhamit’in yaveri olduğu sıralarda, saray ressamı Fausto Zonaro’dan resim eğitimi alır. 1900 yılında Şair Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlenir.

Hariciye Nezareti’nde görevli olan Hikmet Bey’in görevi nedeniyle ilk çocuğu Nazım’ı Selanik, ikinci çocuğu Samiye’yi Halep’te dünyaya getirir. Evlilikleri ilk yıllar dışında hiç yolunda gitmeyen Celile Hanım, 1917 yılında şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşinden ayrılmaya karar verir.

1884 yılında Üsküp’te dünyaya gelir Yahya Kemal. Annesi ünlü divan şairi Leskofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanım, babası dönemin Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’dir. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir Yahya Kemal. İstanbul’da Vefa Lisesi’nde okur. 1903 yılında II. Abdülhamit baskısı altındaki İstanbul’dan kaçarak Paris’e gider. Hiç dil bilmeden gittiği bu kentte hızlı bir şekilde Fransızca öğrenir. Sorbonne Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi Bölümü’nü bitirir. 1913 yılında İstanbul’a döner. Milletvekilliği ve diplomatlık görevleri yapar. Şiirleri Divan Edebiyatı ile modern şiir arasında köprü görevi üstlenmiştir. Türk Edebiyatı tarihi içinde “Dört Aruzcular”dan biri olarak kabul edilir.

Celile Hanım, resimleriyle olduğu kadar, güzelliğiyle de meşhurdur İstanbul’da ve sosyetede. Yahya Kemal de tanıştıkları sırada genç, yakışıklı, saygın şairlerden biridir. Bahriye Mektebi’nde aralarında Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl’ın da bulunduğu bir grubun şiir hocalığını yapmaktadır. Celile Hanım’ın evine, Nâzım’a ders vermek üzere gidip gelmeye de başlar. Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım ile Yahya Kemal, sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetler ederler. Kısa zaman içinde birbirlerine delicesine aşık olurlar.

Yollarda kalan gözlerimin nûrunu yordum,

Kimdir o, nasıldır diye rüzgârlara sordum,

Hulyâmı tutan bir büyü var onda diyordum,

Gördüm: Dişi bir parsın elâ gözleri vardı.

Sen miydin o âfet ki dedim, bezm-i ezelde

Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde,

Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde,

Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı.

Bu ilişkinin Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye mektebinde duyulması ve dedikoduların yayılmasından sonra Yahya Kemal bir süre okula gitmez. Ancak okula ilk gittiği gün karşısına öğrencisi Necip Fazıl çıkar ve “hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk… Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim…” der. Bir bahriye öğrencisi için hocasına yönelik bu tavır, Necip Fazıl’ın “kodes” adı verilen tahta dolabın içinde cezaya gönderilmesiyle sonuçlanır.

Bu kadarla kalmaz tabi; Celile Hanım’ın oğlu Nazım da, Necip Fazıl’dan sonra bir gün, Yahya Kemal’in pardesüsünün cebine bir not bırakır.

“Muallimim olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz.”

Vazgeçememiştir Celile’den fakat adım da atmaz. Yahya Kemal zaten hayatı boyunca evlilikten korkmuş bir adamdır. Nazım’dan aldığı bu not üzerine deliler gibi aşık olmasına rağmen, iyice tedirgin olur ve uzun bir süre Celile’nin evine gitmez. Oysa Celile bütün dedikodulara cevaben ilişkisini cesurca kabul etmiş ve açıklamıştır soranlara. Yahya Kemal ile evlenmek ister ve bunu dile de getirir. Oysa tam da o sıralarda, Yahya Kemal, dostu Yakup Kadri’ye “bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim, sonra herkes bana ne der” bile demiştir. Aslında o kadar çok sever ki Celile’yi ve inanılmaz şekilde kıskanır. Aşkı ve kıskançlığını bir dostuna yazdığı mektupta şöyle anlatmıştır:

“1916 yılından 1919 yılına kadar bir kadına deli gibi aşık oldum… Bu kadın yazın adada otururdu.Ben de orada idim. Deli divane olmuştum. Sonbahar’da Nişantaşı’ndaki evini düzenlemek için İstanbul’a inerdi.1916 Sonbaharı’nda yine İstanbul’a iniyordu. Ben müthiş muzdariptim. Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar. O gidinceye kadar Ada dopdolu idi. Gider gitmez benim için boşalıverirdi…

Tam o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul’a dönecek lafı çıktı…

Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul’a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul’un bütün güzel kadınlarını çağırırdı. Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu. Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim. Gitmeyeceğine yemin etmişti. Bir gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor. İstanbul’daki bütün güzel kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum. Müthiş bir acıyla yerimden kalktım. İskeleye doğru gittim. Son vapur çoktan kalkmıştı. Sert bir lodos esiyordu. Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe’ye geçmeye karar verdim. Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı. Çok para verince biri ikna oldu. Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı. Denizde çalkalanıp duruyorduk. Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı. Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum…

Sırılsıklam Maltepe’ye gelebildik…

Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım. Yoktu. Bunun üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim. Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım. Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim. Kan ter içinde Bostancı’ya geldim. Vakit hayli geçti. Karakola gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim. Aradılar taradılar birini buldular. Yine bir sürü para verdim. Arabayla yola koyuldum. Kadıköy, oradan Üsküdar. Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresini vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum? Adam halime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam çıkmadı!’ dedi, ‘Ne diyorsun diye bağırdım?’ Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım. Sözüne inanamıyordum. ‘Çık bir bak! Evde mi?’ diye adamı zorladım. Adam çarnaçar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! Demiş. Geldi haber verdi. Sanki dünyalar benim oldu. Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı. Orada sabaha kadar içtim…

Sabahleyin, doğru eve çıktım. Benim halim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı. Sarmaşdolaş olduk…”

O günlerde Celile Hanım da çok kırgın bir halde, Yahya Kemal’e şöyle bir mektup yazar:

“Bugün Pazar belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim. Gelmedin mahzun oldum. Verdiğin konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende idi. Çok çok göreceğim geldi. Beni niye aramadın. Sana gücendim canımın içi, pek göreceğim geldi. Ben o günden beri yani Salı gününden beri evdeyim, dikiş dikiyorum. Evimiz için çalışıyorum…

Sen ne yapıyorsun benim artık tahammüle sabra mecalim kalmadı. Nikah için annem seni görmek istiyor. Behice Hanım’a gidecek seni bulduracak. Sen ne zaman ararsan evde bulunursun zannediyor. Bize sen gel, mektubumu alır almaz bize gel.

Benim nikah muamelem oldu. Şimdi senin şer’i bir men’in yoktur diye bir kağıt istermiş. Annem sana söyler. Bir kere nikah olsa bize misafir gelirsin, oturur konuşuruz. Odamız sıcacık soğuklar oldukça hep seni düşünüyorum. Sana arzu ettiğin gibi ne zaman yuva yapacağım. Canımın içi pek göreceğim geldi hemen gel. Binlerce güzel gözlerinden öperim”

Belki, gerçekten evliliğe cesareti yoktu, belki böyle bir kadına hiçbir zaman sahip olamayacağını düşünüyordu ya da oğlu Nazım Hikmet’ten ve etrafın ne diyeceğini düşünmekten bir türlü Celile Hanım’ın evlilik isteğine cevap veremiyordu Yahya Kemal.

Celile Hanım, evlilik teklifi beklerken, hayallerini kurduğu evliliğin gerçekleşmeyeceğine dair bir mektup geldi sevdiğinden. Çok üzüldü ancak çok da güçlü bir kadındı. Paris’e gidip resim üzerine yeni eğitimler aldı ve resim yapmaya verdi kendini.

Celile Hanım’ın gemiyle, Paris’e giderken uzaklaşmasını çaresizlikle izleyen Yahya Kemal şu dizeleri yazdı:

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Okunduğunda Yahya Kemal’in ölümü anlattığı düşünülen bu şiir, aslında onun sevdiği kadının gidişi sonucu hissettikleriydi. Büyük aşkının ölümü üzerine yazılan şiiriydi.

Yıllar sonra Türkiye’ye döndü Celile Hanım. Bir çok sergi açtı. Oğlu Nazım Hikmet de bilinen bir şair olmuş ancak görüşleri nedeniyle tutuklanmıştı. Yaşlanmıştı Celile, tüm İstanbul’un konuştuğu güzelliğinden geriye artık iyi göremeyen üzerine şiirler yazılan ela gözleri kalmıştı.

Oğlu Nâzım’ın hapishanede 12. yılında açlık grevine başlamasına en büyük desteği Celile Hanım verdi. Onun da Galata Köprüsü üzerinde yaptığı pankartlı eylem İstanbul’da büyük ses getirdi. Celile açlık grevi yaparken, rastlantı sonucu Yahya Kemal’in de Galata Köprüsü’nden geçtiği, büyük aşkını gördüğü, ama yanına gitmediği, oradan hızla uzaklaştığı söylenir.

Yahya Kemal daha sonra kısa ilişkileri olmasına rağmen, hiç biriyle evlilik aşamasına kadar gidememiştir. Kimilerine göre yaptığı hatanın farkına varmış ve kendini cezalandırmıştır. Değil evlenmek, bir ev sahibi de olmaz. Hayatını otel odalarında, pansiyonlarda, geçici evlerde geçirir. Bir gün Cahit Tanyol’a şunları söyler : “Şair, büyük edip olmaktan daha öte önemli üç şey var: Birincisi evlenip bir yuva kurmak, ikincisi bir ev sahibi olmak, üçüncüsü bir tarafta kimseye muhtaç olmayacak kadar parası bulunmak. Ben bunların üçünü de yapamadım. Akşam oldu mu dostlar dağılır, evlerine gider. Ben şu otel odasında yalnızlığı bütün dehşetiyle duyarım. Ne şiir, ne kitap ve ne dostlarım beni bu korkunç yalnızlıktan çekip alabilirler”

Yahya Kemal öldüğünde, evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak ve bir not çıkar.

“Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir… Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim…”

Celile muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece, Paris’e giderken, Sirkeci Garı’nda, Yahya Kemal’e göğsünde duran çiçekten kopararak vermiştir o iki yaprağı…

Bu yazıyı nasıl buldunuz?

Genel oy oranı / 5. Oylama Durumu

Şu ana kadar değerlendirme yapılmadı! Bu gönderiye ilk değerlendiren siz olun.

Bu yazıyı beğendiğinize göre...

Bizi sosyal medyada takip ediniz.

Bu yazı size hitap etmediği için üzgünüz!

Kendimizi geliştirelim!

Hoşunuza gitmeyen noktalar neler oldu?

Hep yazdım, kendimce... Bazen kısacık cümleler, bazen uzun sayfalar... Küçük sözleri, duyguları, durumları bir cümleyle, Ki benim için anlamları büyük diye... Söz uçar da yazı kalır diye... Sevdiklerime yazdım unutmasınlar diye, Kendime not, geleceğe mesaj, hatırlatma, uyarı... Hatırlayayım diye Benden bir iki cümle kalsın diye. Masal okul sırasında yazılıp silinen cümlelerle başlamış Bilememişim... “Sende bir sürü şiir vardır, göndersene...” cümlesiyle devam etmiş... Ruhumun martıları o gün uçmuş işte mavilere... Şimdi de bazen şiir, bazen yazıyla devam ediyor bu yolculuk, Kendi halinde... Açık, koyu, soluk, canlı... Ama mavice...

Abone Olun
Bildir
guest
0 Yorum
En Yeniler
Eskiler Beğenilenler
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Okumaya Değer
Eski Orta Asya Türk töresi gereği devletin başındaki baba öldüğü zaman topraklar çocukları arasında paylaştırılırdı. Osmanlı’ya kadar durum böyle sürerken,…
0
Yorumlarınızı merak ediyoruz.x
Garip1Blog
Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.