Şükret, Sebat et, Biat et, İtaat et…
İçinde bulunduğumuz ve bildiğimiz dünya hızla bilinmeze doğru ilerlerken, yeryüzü insanları yakın geleceğin ne getireceğini bilememenin verdiği huzursuzlukla kendine özgü çözümler üretmeye çalışıyor ya da olasılıklara kendini hazırlamaya çalışıyor.
Gerçi biz Türkler yakın geleceği görür, hisseder ama bir şey yapmayız. Mesela, Nisan’dan itibaren başımıza neler geleceğini çok iyi biliyoruz, buna neyin sebep olduğunu da biliyoruz ama engel olmak için toplu olarak harekete geçmiyoruz.
Neden?
Çünkü fark yaratabilecek olan kesim şükretmenin engel olmaktan daha önemli olduğuna inanıyor.
Şükür!
TDK’ya göre şükür; “Allah’a duyulan minneti dile getirmek, mutlu bir olay veya yapılan bir iyilikten dolayı duyulan hoşnutluğu bildirmek” olarak tanımlanıyor.
Sözlük anlamını dahi tam olarak anlamamış insanlar, yitirdikleri zenginlikleri, özgürlükleri, hayat standartları için isyan etmek yerine, elinde kalana veya kendisine reva görülene şükrediyor.
Şükrediyor ama ne oldu da ben bunları kaybettim diye sorgulamıyor.
Bana göre her sabah sağlıklı bir şekilde uyanabilmek şükür sebebidir, her gün sevdiğin insanları görebilmek şükür sebebidir ama her sabah kalktığında elindeki üç kuruşun daha da eridiğini, alım gücünün daha da azaldığını görmek şükür sebebi değildir.
Şimdi biri çıkıp diyecek ki “tamam, elimdeki para eridi ama sağlığım yerinde şükretmeyeyim mi?” Şükret tabii ki güzel kardeşim sağlığın için şükret ama bunu yaparken de neden elimdeki para eridi, dün 3 lira olan şey neden bugün 5 lira oldu diye sorgula ama mantıklı sorgula. Bütün bunların sebebi cehape yada dış güçler dersen o zaman seni farklı bir konumda değerlendirmemiz gerekiyor.
“Bütün bunlar kader, ne yapalım kaderimizde bunları da çekmek varmış” diyenler de var. Baştan yok oluşu, fakirliği, yenilgiyi kabullenmekten başka bir şey değil bana göre bu kadar kaderci olmak. Engelleyemeyeceğiniz, önüne geçemeyeceğiniz şeyler elbette vardır, amansız hastalıklar gibi, başkalarının sebep olduğu kazaya kurban gitmek gibi ama ülke yönetimi, geçim, seçim gibi şeyler kader olamaz, olsa olsa tercih olur.
Bugün yaşadığımız her şey siyasi tercihlerin sonucudur.
Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki iki kıtayı bir birine bağlayan köprüyüz. Bir ayağımız Asya da bir ayağımız avrupada. Üç tarafımız denizlerle çevrili, tarımıyla, turizmiyle mis gibi topraklarda yaşıyoruz.
Egenin ve Akdeniz’in sunduğu eşsiz güzelliklere, Karadeniz’in yeşilini ve doğasını ekleyin sonra bunları İç Anadolu’suyla, Doğusuyla ve Güneydoğu Anadolu’suyla harmanlayın alın size tarihiyle, doğasıyla, tarımıyla, kültürüyle dünyanın en güzel ve en zengin coğrafyası.
Güzel yurdumun güzel insanı da üstünde yaşadığı topraklar gibiydi bir zamanlar. Taşı sıksa suyunu çıkartacak güçte, geleceğe umutla bakan, hayalleri olan, hedefleri olan, dostuna güven veren düşmanını titreten, asil ve gururlu.
Toprak aynı toprak, ülke aynı ülke peki ya insanlarımız?
İnsanımıza ne oldu?
Zihnimizi zehirlediler bizim. İnançlarımızla oynadılar, ayarlarımızı bozdular. Fakirleştirdiler, iki dilim kuru ekmeğe muhtaç ettiler sonrada şükretmemiz gerektiğine inandırdılar. Ödediğimiz vergilerle maaşlarını alan din adamlarından tutun ülkeyi yöneten siyasetçisine kadar herkes bir eli yağda bir eli balda yaşarken siz halinize şükredin, öldüğünüzde cennette bunlardan daha fazlası sizin olacak dediler ve kandırdılar.
Hırsızlığı bile “günah işleme hakkı” diye savundular.
Ahali baktı bu ülkede dürüst yaşamak, toplum kurallarına uymak bir şey kazandırmıyor ortama uyum sağlamaya başladı.
Sonrası çorap söküğü gibi geldi.
Ekonomik ve siyasi sıkıntılar, özgürlüğün kısıtlanması, korkuya dayalı yönetim şekli derken geleceğe olan inancımızı, umudumuzu kaybettirdiler bize. Bir kazan soğuk suyun içine konmuş kurbağalar gibi “oooh su bulduk” diye sevinirken kazanın altında yanan ateşi fark etmedik, yavaş yavaş ısınan su bizi diri diri pişirirken “mis gibi sıcacık su” dedik.
İnanç ayarlarımızla oynadılar, bir tane İslam Dini varken binlerce mezhep, binlerce tarikat türedi, hepsi kendi çıkarına göre yorumladı İslam Dini’ni, yetmedi birbirleriyle ters düşüp kavga ettiler.
Ama kullandıkları ortak dil hep aynı oldu, şükret, sebat et, biat et, itaat et ve kader. Merak etme öldüğün zaman bu dünyada elde edemediğin her şeyi sana fazlasıyla cennette verecekler.
Nurlar içinde yatsın merhum Profesör Yaşar Nuri Öztürk hocamızın kader konusundaki yorumu aynen şöyleydi;
“Elimizdeki Akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur’an’daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. Kur’an’da bugün benimsenen şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi kadere iman diye bir tabir de yoktur.
Kader sözcüğü Kur’an’da 11 yerde geçmekte ve tümünde de “ölçü” anlamında kullanılmaktadır. Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmektedir. Kur’an, kader kavramıyla varlık ve oluşta tesadüfün değil, ölçü ve bilincin egemen olduğuna dikkat çekmek peşindedir.” (Yaşar Nuri Öztürk. İslam Nasıl Yozlaştırıldı. S.325-328)
Okumayan toplum cahil kalır, inandığın dinin kutsal kitabını okumazsan da; ağzı biraz laf yapan sahtekâr hocalar, çuf çuf hocalar, bir bakışıyla hastayı dirilttiğini iddia eden şarlatanlar, nefesiyle cinleri çıkarttığını iddia eden sahtekârlar, uydurma hurafelerle, saçma sapan anlatımlarla sana dinini öğretmeye kalkar ve sen de başına gelen her kötülüğün, fakirliğin, yoksulluğun kader olduğuna inanırsın. Çünkü işlerine gelen o dur.
Ehil kimselerin ağzından çıkan kelimelere inanmıyorsunuz ama kalkıp şarlatanların söylediklerine inanıyorsunuz.
Kur’an-ı Kerim’in ilk inen Alak Sûresi’nin en baştaki beş ayetinde ne diyor?
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!
O, insanı bir alaktan yarattı.
Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
Ki O, kalemle yazmayı öğretendir.
İnsana bilmediğini O öğretti.” (Alak sûresi, 1-5)
Oku güzel kardeşim, oku ki kaderin sana söylendiği gibi bir şey olmadığını öğren, oku ki bu coğrafyanın kader değil Allah’ın sana bir lütfu olduğunu öğren, oku ki şarlatanlar seni dine alet ederek kandıramasın.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” ki kimse seni kandıramasın.
Ps. Bu yazıya görsel seçerken zorlandım, hiç bir görsel yazıya uygun gelmedi nedense. Sonra ben ve benim gibi düşünen insanların toplum genelindeki konumunu, bizlere nasıl bakıldığını, toplum genelinden nasıl ayrıştığımızı, ötekileştirildiğimizi ve farklılaştırıldığımızı düşününce bu görsel yazıya çok iyi oturdu. Evet, ben kendimi aynen böyle hissediyorum, farklı, değişik. Kendini böyle hisseden tek insan olmadığımı da biliyorum.
Bizler, görselde ki sarı şemsiyeyiz, karanlığın içinde umutla parlayan.
31 Mart 2019 da اِقْرَأْ – OKU diye bir yazı yazmışım, vaktiniz olursa bir göz atın derim.
Profesyonel baba, amatör yazar, sorgulayan, araştıran, teknoloji düşkünü, düne takılmayıp yarını yaşamayı seven doğuştan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı.
Eşimle beraber kaleme aldığımız yazılarımızı bir arada tutabileceğimiz, bir nevi arşiv olarak kullanabileceğimiz ve paylaşabileceğimiz bir site kurma kararı aldığımızda Garip1Blog ortaya çıktı.
2018 de iki kişiyle başlayan yolculuğunuza zaman içerisinde aramıza katılan dostlarımızla yolumuza devam ediyoruz
Gelir kaygısı olmadan kendi yağıyla kavrulan sitemizde, sinir bozucu reklamlarla boğuşmadan, kahvenizi veya çayınızı alıp, bir birinde güçlü ve değerli kalemlerin yazılarını okurken keyifle vakit geçirebilirsiniz.
Okumayan, sorgulamayan, kendini geliştiremeyen toplumlar yokluk içinde sürünmeye mahkûm edilir.
Bayıldım bu sarı şemsiye benzetmesine. Kaleminize sağlık
Daha güzel ifade edilemezdi. Tebrik ederim canı gönülden…
Kendimi hep farklı hissetmişimdir ama hiç bir zaman kendimi umutla parlayan biri olarak görmemiştim. Evet bizim gibiler dediğiniz gibi karalıkta umutla parlayanlarız.
Çocukluğumuz sevgi, saygı ve hoşgörü üçleminde geçti. Toplum olarak zaman zaman ayrıştırılmıştık ama çabuk toparlanmıştık ama şimdi nasıl toparlanırız bilemiyorum. Okumayan, sorgulamayan, yaşadıklarını algılayamayan, değerlendiremeyen, hiç bir şey bilmeyen ama her konuda fikri olan insanlar topluluğu olduk.