SESSİZ BAHAR
Baharın en coşkulu günleri. Çiçeklerin kokusu geliyor her taraftan. Kiraz çiçeklerini görmeye gelen kalabalığın keyfi, çocuk sesleri, kuş cıvıltılarıyla adeta bayram yeri sokaklar. Rengârenk, doğa, ağaçlar ve insanlar. Tezgâh sahipleri seslenmeye gerek duymuyorlar, her taraf o kadar dolu ki, her biri günün getirdiği hasılattan çok memnun. Hattâ yetişemiyorlar müşterilerine.
Gözlerimi kapattım şimdi. Seslerle beraber, bulunduğum duvarın üstündeki mor salkımların kokusunun tadını çıkarıyorum. Bahar… Sen ne güzel mevsimsin. Ve teşekkür ediyorum ayrıca, kıyafetime ve şapkama da o mor salkımı ve renklerini iliştiren ressama.
Evet… İşte ben, o tablonun içindeki kız. Önümden geçerken, bulunduğum çerçevenin asılı olduğu duvarla benim uyumum ve ışıltım her birinizin dikkatini çekti bugün. Sergideki her resimden daha çok, bana baktınız. Her birinizin o güzel sözleriyle, benim de içim bahar doldu, gururlandım beni özenle, nakış nakış, tuvale adeta işleyen ressamımla.
Derken…
Gözlerimi açtığım anda bir çift gözle karşılaştım, ne kadar zamandır bana bakıyordu bilmiyorum. Boğazım düğümlendi, gözlerimi kırpamadım bile gözden kaçırırsam diye. Allahım… O… Bu iri ve elâ gözlerin sahibi, ben başka tabloya geçmesin diyerek dua ederken o da ayrılamıyor göz hizamdan. Bakışlarıyla anlatıyor beğenisini adeta. Biraz geri çekilerek, biraz yaklaşarak dikkatle ve coşkuyla bakıyor. Neden böyle hissediyorum, en az yüz kişi baktı bana bugün. Kimi uzun kimi kısa… Ama böyle bakan olmadı, böyle hissettiren hiç. Peki şu yanaklarıma basan al, ressam bu kadar da kırmızı renklendirmemişti, şimdi oldu. Ya şu başımın dönmesi? Konuşmak istiyorum. Utanıyorum… ‘Dur’ diyeceğim ama, heyecandan galiba, çıkmıyor sesim. Çevrede bu kadar sese inat ben de duyamadım sesimi.
Sonunda o konuşuyor. ‘Sen’ diyor… ‘Sen… Benim hayalimdeki kadınsın’
Ve ressamı soruyor çevredekilere, birazdan o da geliyor…
‘Muhteşem bir tablo’ diyor. ‘Gerçekte var olan birinin resmi mi? Tanımak isterim kendisini’
Ressam sessiz kalıyor, bir seyircime bir bana bakıyor ve sonra başını önüne eğiyor, cevap vermiyor.
O, karşı duvarın üstüne atlıyor hızlıca, ben gitmesinden korkarken iyice yerleşiyor duvara ve gözlerini ayırmadan beni seyrediyor. Dualar ediyorum ‘Çıkabileyim şu resimden’ içimde yapraklar uçuşuyor, kelebekler dans ediyor. Onun da konuştuğunu duyuyorum fısıldayarak benimle. Arkadaşları çağırıyor, o gitmiyor. Onlara göstermiyor beni. Görecekler, beğenecekler diye sakındığını anlıyorum. Yakarıyorum ‘çıkabileyim şu resimden’. Gittikçe daha da sevgiyle baktığını hissediyorum. Çaresizim, dualar ediyorum ‘çıkabilsem şu resimden, ona bir kez seslensem, eline bir dokunabilsem’
Yavaş yavaş boşalmaya başlıyor etraf, akşam olmak üzere, durmaksızın dua ediyorum. Yok olmuyor, buradan çıkamıyorum, olmayacak şey biliyorum ama hayat mucizelere açık değil miydi? Sonra o atlıyor geliyor karşı duvardan. Ressamımın bakmadığı bir anda yanaklarıma, mor çiçeklerime, ellerime dokunuyor. Sonra dönüyor ‘Bu tabloyu almak istiyorum’ diyor. Ressam biraz buruk… Satılık olmayan tek tablo olduğumu söylüyor. Gözlerinin dolduğunu görüyorum gencin, kararı değişirse diye ismini ve adresini veriyor ressama. Adını öğreniyorum…
Arkadaşları geliyor sonra. Bir tanesine sessizce ‘Onu buldum ama ulaşamadım’ diyor. Anlamaz gözlerle bakıyor arkadaşı ama üstelemiyor, yüzü değişiyor. ‘Mor salkımlı kız, seni çok sevdim’ diyor fısıltıyla ve son bir bakışla veda ediyor kimseye göstermeden. Gözlerindeki kederi görüyorum. Dua ediyorum, dua ediyorum, dua ediyorum. ‘Bir mucize olsun ne olur’
Herkes gitti artık, sonraki güne hazırlanacaklar… Benimse aklımda bir çift elâ göz, göz yaşım ve yakarmam durmuyor. Uyursam geçer mi? Deniyorum, uyuyamıyorum… Gözlerimi açtığımda duvardaki mor salkımın çiçeği yanağıma değiyor. Nasıl yani? Ayaklarımın üşüdüğünü hissediyorum, şapkam başımı sıkıyor, elbisem uçuşuyor. Yürümeyi deniyorum. Evet… Saçlarıma dokunuyorum evet… O zaman! Aklımdan çıkaramadığıma ‘koşarsam yetişirim belki’ diyerek, sokaklar boyunca koşuyorum… Yok… Yok… Adres geliyor aklıma. Gidebilirim diyorum. Kısa bir yolculuktan sonra buluyorum evini. Çalıyorum kapısını, açılmıyor. Bahar ama akşamlar soğuk, gelmesini bekliyorum merdivenlere oturup. Üşüyorum, gelmemesinden korkuyorum. Ve sokağın başında görünüyor sabaha karşı. Hemen ayağa kalkıp üstümü başımı düzeltiyorum. Elimdeki ve şapkamdaki mor salkımları düzeltiyorum. Yaklaşıyor ama halâ görmedi. Ah şu yanaklarımın kızarması. Rezil olacağım bak. Kapının önüne elimdeki demeti koyarak iyice yaklaşmış olan ona ellerimi uzatıyorum. Ama bana bakmıyor, kapının önünde yere eğilip demeti okşuyor şefkatle. Şaşkın, çok şaşkın. ‘Geldim’ demek istiyorum… Sesim çıkmıyor. Bağırmak istiyorum. Yok… Olmuyor…
‘Ey bana bu imtiyazı veren Allahım, sesimi neden esirgedin… Hükmünden de sual olunmaz ama…’
O… Eline mor demeti alıp içine çekerek kokluyor ve gökyüzüne bakıp ‘Nasıl olur? Bu bir mucize’ diyor.
‘Peki ben? Ne olur bana bak’ diyorum… Görmüyor… Mor çiçekleri seviyor, kokluyor. O güzel dudaklarında hep aynı cümleler…
‘Ne çok severdin bu mor çiçekleri, benim güzel mor çiçeğimdin’
Sağına geçiyorum olmuyor, soluna geçiyorum fark etmiyor, karşısında duruyorum ama başını kaldırdığında bana değil, karşısındaki duvara bakıyor.
Ağlıyorum… Çırpınıyorum… Sabaha kadar görmesi, sesimi duyması için uğraşıyorum. Olmayacak… Olmuyor da. O beni görmüyor ama ben imkânsızı görüyorum artık, ipinden tutulmamış bir balon gibiyim, duramıyorum, istesem de kalamıyorum. Olmuyor işte, onu gördüm ya yeniden, buna şükrediyorum… İçimden vedalaşarak, o güzel saçlarını okşuyorum. Mucize de buraya kadar demek ki. Sahipsiz ve yalnız hissediyorum bir anda. Geri dönmem lazım, paramparça da olsa kalbim, anlıyorum…
Sokağıma ulaştığımda boş çerçevenin altında hıçkırarak, omuzları sarsıla sarsıla ağlıyor görüyorum ressamı… ‘Bu dünyadan erkenden gittin beni bırakarak, bari resimden gitmeseydin’ diyor. Yanına yaklaşıyorum, yanaklarındaki yaşları silip, ona sımsıkı sarılırken ürperdiğini, varlığımı anladığını hissediyorum.
Çerçevedeki yerimi alırken duymayacağını bilerek, bir daha konuşmamak üzere son cümlemi söylüyorum.
“GELDİM BABA”
Japonya’da bulunan Kabuki Tiyatrosu’nun müzesinde “Wisteria Maiden-Mor Salkım Toprakları” olarak adlandırılan ve elinde mor salkım tutan kızın resmedildiği tablonun o yöredeki söylencesinden ilham alarak hikaye haline getirilmiştir.
Hep yazdım, kendimce…
Bazen kısacık cümleler, bazen uzun sayfalar…
Küçük sözleri, duyguları, durumları bir cümleyle,
Ki benim için anlamları büyük diye…
Söz uçar da yazı kalır diye…
Sevdiklerime yazdım unutmasınlar diye,
Kendime not, geleceğe mesaj, hatırlatma, uyarı…
Hatırlayayım diye
Benden bir iki cümle kalsın diye.
Masal okul sırasında yazılıp silinen cümlelerle başlamış
Bilememişim…
“Sende bir sürü şiir vardır, göndersene…” cümlesiyle devam etmiş…
Ruhumun martıları o gün uçmuş işte mavilere…
Şimdi de bazen şiir, bazen yazıyla devam ediyor bu yolculuk,
Kendi halinde…
Açık, koyu, soluk, canlı…
Ama mavice…
Ah Simlacanım, geç gördüm, ama yapmışsın yine yapacağını. Ne güzel dile getirmişsin, benim duygulu, güzel gören arkadaşım. Her zaman bahar olsun yanın yören… Seni seviyorum.
Çok güzel bir bayram yazısı olmuş aslında ama koşturmaktan iki satır okumaya vakit bulamadık. Hikayeyi işleme ve anlatım diliniz harika. kaleminize sağlık, zevkle okunacak bir yazı daha sizden.